Hoca efendimiz
 




M. FETHULLAH GÜLEN HOCAEFENDİ


Fethullah Gülen Hocaefendi, 27 Nisan 1941'de, Erzurum ili, Hasankale (Pasinler) ilçesi, Korucuk köyünde dünyaya geldi. 1946 yılında ilkokula başladı ancak babasının 1949 yılında Alvar Köyü'ne imam olması ve ailesinin oraya taşınması nedeniyle ilkokulu bırakmak zorunda kaldı ve daha sonra dışarıdan tamamladı. 10 yaşındayken Kur’an’ı hatmeden hocaefendi, 14 yaşında ilk vaazını verdi.

1959 yılında Erzurum’dan Edirne’ye giden hocaefendi, girdiği sınavları kazanarak 6 Ağustos 1959’da Üçşerefeli Camii imamlığına getirildi. Askerlik görevine 1961 yılında Ankara Mamak’ta başlayan hocaefendi, usta erlik dönemini geçirdiği İskenderun’da verdiği bir vaaz nedeniyle mahkemeye sevk edilerek aklandı ancak disiplin cezası alarak 10 gün askeri hapishanede yattı. Askerden sonra yaklaşık 1 sene Erzurum’da ailesinin yanında kalan, Komünizmle Mücadele Derneği'nin kuruluşunda bulunan ve Halk Evi'nin kadrosuna katılan  hocaefendi daha sonra yeniden Edirne’ye döndü ve 4 Temmuz 1964 günü Dar'ül Hadis camiinde Kur'an Kursu öğretmeni ve fahri imam olarak göreve başladı.

1965’te Kırklareli merkez vaizliği, 1966’da İzmir merkez vaizliği görevlerinde bulunan hocaefendi, İzmir Kestanepazarı Kur’an Kursunda hocalık yaptığı 1968 yılında, Diyanet görevlisi olarak ilk kez hacca gitti. 1972-74 yılları arasında Edremit merkez vaizliği, 1974-76 yılları arasında Manisa merkez vaizliği yapan hocaefendi, 12 Eylül 1980 ihtilaline kadar da Bornova merkez vaizliği görevini sürdürdü. 1977 yılında görevli olarak gittiği Almanya’nın çeşitli yerlerinde konuşmalar yaptı ve konferanslar verdi; ilk sayısı Şubat 1979’da çıkan Sızıntı Dergisi’nde yazdı.

Hocaefendi, ihtilalin ardından Çanakkale merkez vaizliğine tayin edilse de rahatsızlığı yüzünden göreve başlayamadı ardından da ağırlaşan şartlar nedeniyle vaizlikten istifa etti. 1985 yılında Anadolu’yu dolaşan  hocaefendialtı yıl aradan sonra ilk vaazını 1986 yılında Burdur Büyük Çamlıca Camii’nde verdi ve 1991 yılı Haziran ayına kadar da haftalık ve aylık vaazlarını sürdürdü. 1988 yılında da Yeni Ümit Dergisi’nde yazıları yayınlanmaya başladı. 1993 yılında annesi Refia Gülen’i kaybetti.

Hocaefendinin, aralarında Bulgar Trud Gazetesi ve Varna Televizyonu, Hollanda Televizyonu, Time Dergisi, Rus ORT Televizyonu’nun olduğu yabancı; Aksiyon ve Aktüel Dergileri, ATV, NTV, Show Tv, TRT, Kanal D, STV Televizyonları, Zaman, Cumhuriyet, Milliyet, Radikal Gazeteleri’nin olduğu Türk basın-yayın kuruluşlarında röportajları yayınlanmıştır.




HAYATINDAN BAZI KESİTLER

Risale-i Nurlar İle Tanışma

Kırkıncı Hoca, bana, Selahaddin ve Hatem'e Bediüzzaman Hazretlerinin yanından birisi gelmiş, akşam sohbet yapacak, oraya gidelim' dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Çünkü, Bediüzzaman'ın yanında bulunmuş bir insanı ilk defa görecektik. Bu da bizim için çok cazib ve orijinal bir hadiseydi.

Mehmet Şergil'in terzi dükkanına geldik. Burası, iki kilimden biraz daha genişçeydi. gece veya ikinci gece orada bulunanlardan aklımda kalan isimlerden bazıları, Mehmet Şevket Eygi, Esat Keşafoğlu ve Osman Demirci'dir. Şevket Eygi, yedek subaylık yapıyordu. Esad Keşafoğlu ise o sırada üsteğmendi. Bediüzzaman Hazretleri, Muzaffer Arslan'a 'şark'ı bir dolaş gel' demiş o da Sivas, Erzincan ve Erzurum'u dolaşmaya gelmişti. 15 gün kadar Erzurum'da kaldı. ilk gece Hücumatı Sitte okundu. Ertesi gün Beşinci Şua'dan ders yapıldı. Bizimle gelen mollalardan bazıları, oradaki te'villere itiraz ettiler ve bir daha gelmediler. Fakat anlatılanlar beni iyice sarmıştı. Bilhassa Muzaffer Arslan'ın bir sahabe hayatı yaşaması, sadeliği ve samimiyeti bana çok tesir etti. Ben zaten sahabe aşığı bir insandım. Onu görünce, işte aradığım insanları buldum, dedim ve bir daha da ayrılmayı düşünmedim.

Muzaffer Arslan''ın pantolonunun iki dizi de yamalıydı. Ceketi de işte ona göreydi. Tabii ki bu sadelik bana apayrı duygular ilham ediyordu.

Ayrıca ibadette derinlik vardı. Namaz kılışları, dua edişleri bana bambaşka görünmüştü. Derse gelip gidenlerden Çiğdem Bakkalı'nın sahibi bir Zeki Efendi vardı. Onun dua edişi de çok hoşuma giderdi. Yürekten dua etmesine bayılırdım.

Osman Hoca olsun, Sadi Efendi olsun, beni vazgeçirmek için çok uğraştılar. Bilhassa Osman Bektaş Hoca'nın gözde talebesiydim ve ilmine de itimadım vardı. Ancak Risaleler aleyhine konuştuğu şeyler bana hiç tesir etmemişti. Çok iyi sardırmıştım. Muzaffer Arslan orada bulunduğu müddet içinde her gün geldim. Zaten uğurlamak için tren istasyonuna beş kişi gelmiştik. Mehmet Şergil, Zeki Efendi, Kırkıncı Hoca, Hatem ve bir de ben.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; fakat kısa bir müddet zannediyorum. Üstad'dan Erzurum'a bir mektup geldi. 'Mektup kime hitaben yazılmıştı? Üstad bu mektubu kime dikte ettirmişti?' hatırlamıyorum. Fakat selam gönderdiği isimler vardı. Sonunda da Fethullah ile Hatem'e de selam deniyordu. Ben adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmiştim. Hayatımda o derece sevindiğim çok az vakidir. Şimdi o mektup nerdedir, kimdedir, onu da bilmiyorum. Ancak bu bana yetmişti. Sohbetlere gitmeyi bir daha terk etmedim.

Bizim oralarda (Erzurum'da) 1001 hatim okunur. Yapılan her hatim için bir dua; bir de umum için bir dua yapılır. O sene yapılacak umumi dua Regaib Kandili'ne denk geldi. Hazırlandık ve Lala Paşa Camiine gittik. O gecelerde camide yer bulmak da zordur. Herkes birbirinin sırtına secde eder; cami bu kadar kalabalık olur.

Ben caminin Hünkar Mahfiline çıktım. Namazdan sonra, içime bir arzu, bir iştiyak ve bir ateş düştü ki tarifi mümkün değil. Yana yakıla yalvarıyorum: 'Allah'ım! Bahtına düştüm, beni de bu arkadaşların arasına kat. Onlardan biri olayım. Bu hizmetle bütünleşeyim. Dıştan gelip giden insan olmayayım. Kendimi bu hizmete vakfedeyim..'

O gün sabaha kadar yalvardım. Hayatımda böyle bir hal içinde duaya ya bir ya da iki kere muvaffak olabilmişimdir. Çığlık oldum inledim, sabaha kadar gözyaşı döktüm. O gün sadece Rabbimden bunu istedim..

Sabah namazından önce Sadık Efendi vaaz verdi. O da çok hissî vaaz vermişti; ekseriyetle de öyle verirdi. Efendimiz, der dudağını yalardı. Öyle bir peygamber aşığı insandı. Onun vaazı da bana çok dokundu. Vaaz süresince de hep ağladım. Yırtınırcasına yine aynı duayı yaptım. Hatim duasından sonra da camiden çıktım.

Tam caminin önünde Hatem Hoca beni anyordu. Görünce koşarak yanıma geldi. 'Bu gece rüyamda Üstad'ı gördüm. Sana 'Tarihçe-i Hayat' taki mektubu yollamıştı. Bir de sana bir güveç dolusu ceviz gönderdi' dedi.

Ben o esnada nasıl ayakta durabildim hâlâ hayret ederim. Akşamki hicran dolu gözyaşlarım, şimdi beni sevincimden ağlatacaktı. Hislerime sahip olmaya çalıştım. O sırada Alvar İmamının dediklerini dedim:

'Değildir bu bana layık bu bende Bana bu lütf ile ihsan nedendir.'

Rüyada ceviz, yolculuk diye tabir edilir. İki üç ay önce gelen selam, benim bu akşamki ruh halim ve Hatem'in rüyası üst üste gelince; artık kendimi bu arkadaşlarla bütünleşmiş hissettim. Onlar nasıl kabul eder bilemem, fakat ben kendimi hep onlarla beraber bildim.

Askerlik Anıları

Hocaefendi anlatıyor;

Karacağaç'tan trene bindim. Geçirmeye gelenler arasında, Yaşar Hoca, Salim Arıcı, Hüseyin Top, İsmail Gönülalan ve diğer bazı dostlar vardı. Salim Arıcı, Üçşerefeli'nin baş imamıydı. Bana bir çıkın hazırlatıp vermişti. İçinde peksimet gibi şeyler vardı. O mendili senelerce sakladım.

Çünkü ondan böyle bir jest beklemiyordum. Hatta, bana 'Askerden sonra da Edirne'ye gel, beraber çalışalım' demişti. Hayretten donakaldım. Zira o güne kadar hep bana karşı soğuk davranmıştı. Hutbe vermeyi çok istiyordum.

İki buçuk sene zarfında bana bir tek hutbe dahi gönül rızasıyla verdirmedi. Şimdi tam ayrılacağım sırada onu böyle yumuşak görmek beni cidden sevindirmişti.. O gün Yaşar Hocaefendi de çok hislenmişti. Zaten hissî ve ince ruhlu bir insandı...

O zaman İstanbul'a trenle gidiliyordu. Edirne'ye çok alışmıştım. Erzurum'dan ayrılırken nasıl hicran, burkuntu hissettimse, Edirne'den ayrılırken de aynı burkuntuyu hissettim.

Ankara Mamak

Ankara'ya geldiğimde Salih Özcan'ı buldum. 5-6 gün kadar teslim olmadım. Onun yanına gidip geldim. Bu gurbette, bana Salih Özcan çok büyük bir teselli kaynağı oldu.

Teslim olduğumda zannediyorum 10 Kasım'dı. Mehmed Mutlu o zamanlar üsteğmendi. Zaten yarbaylıktan da emekli oldu. Bizim bölük komutanı Yılmaz Bey, onun Harbiye'den arkadaşıymış ve gelip beni bölük komutanına lanse etti. Ayrıca Kurmay Başkanı Reşad Taylan'a ben de Edirne'deki bir yakınından selam getirmiştim. Hatta benimle ona badem ezmesi göndermişlerdi. Cenabı Hakk'ın inayetiyle böyle korunmaya alındım.

Mamak bir garip yerdir. 1. Tabur, 1. Muharebe bölüğü.. Benden iki yaş büyük amcam da burada askerlik yapmış.

Bir gün talim yapıyoruz. Bölük komutanı beni çağırarak 'Hoca sen misin' dedi. 'Evet' dedim. have etti: 'Benim hanımım hasta. Getireyim de ona bir oku!' dedi. Ben 'Ben öyle okuma filan bilmem. Eğer siz okumanın tesirli olacağına inanıyorsanız sizin okumanız muvafık olur' dedim. Meğer beni deniyormuş ve ben de itikadımın mükafatını gördüm. Bölük komutanı beni belli ölçüde korudu. Rahat edeyim diye de beni telsizci yaptılar. Tabii kurs görmek için dört ay daha kaldık. Ankara'da kaldığım dönem benim için çok sıkıntılı oldu.

Tam istenen şekilde askerlik yapmadığım için, oranın yemeği bana helal olmaz, diye, düşünüyor ve diğer bazı mülahazalarla askeriyenin yemeğini yemiyordum. Hatta giyeceğim elbiseyi dahi, bir asker talebeden satın almıştım. Bunlara dikkat ediyordum.

Ben eğer ona 'erbain' denecekse, ilk erbaini cebrî olarak askerde yaptım. Talat Aydemir hadiselerinde, birlik olarak, bilmeden onun safında yer aldığımız için, silahlarımızın mekanizmaları alındı ve biz, Mamak'ta -zannediyorum- iki ay kadar hiç dışarı çıkmadan âdeta orada tecrid edildik. Bu tecridden önce gıdama, yiyecek ve içeceğime dikkat etmekle beraber böyle bir tecridde daha fazla dikkat etmek zorunda kaldım. Ben o erbainde rüya-yakaza arası bazı şeylerin tecellisine şahit oldum ki onları burada söylemem -zannediyorum- münasip olmaz.

Talât Aydemir Hadisesi

O sene Ankara'ya çok kar yağdı. Zaten kasım ayında teslim oldum.

Aralık ayında Talat Aydemir hadisesi patlak verdi. Ve Mamak 15.000 mevcuduyla bu hadiseyi destekledi.

Malum, Talat Aydemir, 27 Mayıs İhtilalini destekleyenlerden. O sırada Kara Harp Okulu Komutanı. İhtilalde Harb Okulu'nun çok büyük desteği oldu. Talebeleri sokağa döktüler, radyoevini onlarla teslim aldılar,

Ankara'da asayişi onlarla temin ettiler. Yedek subay Okulu da o zaman Mamak'taydı. Sokağa dökülenler arasında bunlar da vardı. Hatta, Muhabere Astsubay Okulu talebeleri için de aynı şey söyleniyordu. Bir yönüyle ihtilali bunlar yapmıştı. Cemal Madanoğlu ve Sıtkı Ulay gibi sola meyilli insanlar da bu ihtilali desteklemişlerdi. İhtilalden sonra Türkeş ve arkadaşlarını çeşitli yerlere ataşe olarak gönderdiler. Nasılsa Talat Aydemir kalmış.

Talat Aydemir, 27 Mayıs'ı yapanlara karşı yeni bir ihtilal yapma teşebbüsüne girdi. O zamanlar İsmet Paşa hâkim durumda. Talat Aydemir, Mussolini kafasında bir adam. Gelseydi, aynen Mussolini gibi hareket edecekti. O ve yakından onu destekleyenler tamamen diktatör insanlardı. Dinle diyanetle alakalan yoktu. Hatta maneviyatla alay ederlerdi.

İhtilâl teşebbüsü olmadan bir ay evvelinden hazırlıklara başlandı. Bize hakiki mermi verdiler. Karda kışta, tel örgü boyu nöbet tutuyorduk. Hele son günler iyice sıkıydı. Kar altında sekiz saat nöbet tuttuğumu biliyorum. Bir de Ramazan, oruç tutuyorum. Yemek yeme fırsatı bulamıyordum. Cebime bisküvi koyar, eder içtimada subay bana doğru bakmıyorsa ağzıma bir tane atardım. Bu bazen sahur, bazan da benim için iftar olurdu. Namazlarımın çoğu nöbete denk geliyordu. Namazımı yine terk etmiyordum.

Son gece hepimiz pür heyecandık. Radyoevini bir onlar, bir bizim taraf teslim alıyordu. Önce ihtilâl ilan ediliyor, ardından asiler bastırıldı, deniyordu. 28. Tümen hükümet tarafındaymış. Tabii ki, biz bunun farkına daha sonra vardık. Üzerimize uçaklar uçmaya başladı. Niyetleri Mamak'ı ortadan kaldırmakmış. Bizim taraf teslim oldu.

Sabah umumî bir içtima yapıldı. İçtimada silahlar da yanımızdaydı. Ceza olarak silahlarımızın mekanizmalarını aldılar. Elimizde sadece boru gibi bir demir parçası kalmıştı. İki ay kadar da dışarıya çıkmama cezası verdiler. İki ay, muhabere ve temel eğitim kursları gördük.

Dışarıya çıkmadığım için, ben kendimi bütünüyle ibadete verdim. Kış geceleri uzun olduğundan erkenden mescide gidiyor ve gece geç vakitlere kadar ibadetle meşgul oluyordum. Duygu ve düşünce dünyamın iyice durulduğunu hissettim.

Bir gün bizi yine topladılar. 'Size bir müjdemiz var' dediler. Hepimiz merakla bekliyoruz. 'Mekanizmalarınızı iade edeceğiz,' dediler. Tabii ki, pek sevinenimiz olmadı. Her sabah onları temizleyeceğiz diye canımız çıkıyordu. Yine böyle bir dönemin başlaması pek sevimli sayılmazdı.

Yüksek Sürat

Dört aydan sonra, Özmutlu'nun aracılığı ile, beni de yüksek sürate ayırmışlar. Özmutlu, beni rahat ettirmek için böyle düşünmüş, telsizci olursam, eğitime, içtimaya çıkmam ve rahat ederim, diye komutana söylemiş. Zaten imtihanı da kazanmıştım. Benden evvelkilere, Mercidabık ve Ridaniye savaşları kimler arasında olmuştur diye sordular. Onlar bilemeyince aynı soru bana da soruldu. Bildim ve imtihanı kazandım!

Böylece yüksek sürate yazıldık. Halbuki, benim kafamda Genelkurmay'da kalma planı vardı. Orada bir görev istiyordum; fakat olmadı. Olmaması da hayırlı olmuş. Tabii, onu daha sonra anladım.

Dört ay yüksek süratte kaldım. Bu arada, on parmak daktilo yazma ve bir de manipleyi kuvvetlendirme işleri vardı. İşin doğrusu vuruşum iyi değildi. Fakat alışım iyiydi. Sivilde en iyi olanlar kadar alışım kuvvetliydi de, morsa vurmaya elim pek müsait değildi. Tamamen bilekle alakalı bir mesele. Falso yapardım. Alışım iyi olduğu için beni orada tutmuş olabilirler. Üç dakikada beş yüz harf yazıyorduk.

Askerlik deyince, ilk dört ayı unutmam mümkün değildir. Çok sıkıntılı günlerdi o ilk dört ay... İlk gittiğim gün, daha önce tanıdığım Turan adında bir arkadaşla yan yana yatmıştık. Yatak yoktu. Herkese sadece bir battaniye veriyorlardı. Ayakkabıları ayağımızdan çıkarmadan yatardık. Böylece donmaktan kurtulurduk.

Bir de su iktiza ettiği zaman işimiz bitikti. Bünyem çok kuvvetliydi. Tuvalette yıkanırdım. Buzlara basa basa, başımdan matarayla soğuk su döküp yıkandığım çok olmuştur.

Banyolarda askerler dikkatsiz yıkanıyorlardı. Onun için onlarla yıkanmaya da giremiyordum.. Çok defa tuvalette saklanır, başımı biraz ıslatarak, sanki yıkanmış gibi yapar ve çıkardım.

Bir defasında umumi kontrol yapılacaktı. Muayeneyi çıplak yapıyorlardı. Doktor bana 'Sıyır külotunu' dedi. Ben: 'Komutanım, benim dizimden yukarısını annem dahi görmemiştir' dedim. Adam insaflı birisiymiş, 'Geç' dedi ve kurtuldum.

Namaz İçin

Bir iki dakika, namazdan dolayı geciktim diye ellerimi patlatırcasına çok dövdüler. Bir de çok hakaret yapıyorlar. İnsanı asker olduğuna pişman ediyorlar. Hepsi olmasa bile, bazı mukaddesata dil uzatanlar bile oluyordu. Eğer, askerlik manasındaki kudsiyete inanmak da imdada koşmasa, çekilecek gibi değildi.

Namaz vakitleri içtimalara denk geldiğinden, namaz kılanların sayısı bir iki kişiye düşmüştü. Bir ben, bir de Mehmed Dinçer adında, Urfa-Viranşehir'den bir arkadaş vardı. Beş vakit olarak sadece ikimiz kılıyorduk.

Bazen izin vermediklerinde kaçtığımız da oluyordu. Ben daha çok, Salih Özcan Bey ile Osman Yüksel Serdengeçti'yi ziyarete giderdim. İkisi de Denizciler Caddesi'ndeydi. Bir gün caminin imamıyla gidiyorduk. Birden karşımıza inzibatlar çıktı. İmama bir yumruk vurdular, adam boylu boyunca uzandı. Bana bir tekme attı birisi, fakat isabet ettiremedi. Sonra ikimizi birbirimize bağlayarak götürüp inzibat merkezine teslim ettiler.

O gün yirmi otuz eri daha yakalayıp getirmişler. Sonra, sanki Hz. Nuh zamanından kalmış kadar kirli ve eski ne kadar kapkacak varsa getirip, 'Bunları temizleyin' dediler.

Benim de bir huyum vardır: Yaptığım işi, hakkını vererek yapmaya çalışırım. Nasıl olsa asker ocağına ait diye, kolları sıvadım, çok ciddi olarak çalışmaya başladım. Bu başçavuşun dikkatini çekmiş. Haber göndermiş. 'O çok çalıştı gitsin' demiş. Ben gittikten sonra da, diğerlerinin isimlerini yazıp birliklerine göndermiş. Benim isim gelmedi ve kurtuldum.

Bir de Salih Özcan Bey'i Hacca geçirmek için gittiğimde böyle yakalanmıştım. Neticesinin ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum. Sekiz ay sonra kuralar çekildi. Benim kuramda Erzurum çıktı.

'Hoca, senin memleketin Erzurum, onun için olmaz' dediler. Bir daha çektim yine Erzurum çıktı. Yine 'Olmaz' dediler. Üçüncüde Diyarbakır çıktı. 'Şimdi de sana zulüm olur' dediler. Dördüncüde İskenderun çıktı, 'Hoca yaşadın' dediler. Onlar kendi duygu ve düşüncelerine göre böyle demişlerdi; fakat ben çok üzülmüştüm.

Uzun bir yolculuktan sonra, İskenderun'a vardık. Deniz kıyısında, zahiren güzel bir yer. Çok sıcak olmakla beraber, çöl gibi, arasıra denizden esinti oluyordu. Bazen de serin eserdi. Suyu da çok bol..

Askerî çevre, ekseriyet itibariyle müsbetti. Ben bu durumu öğrenince biraz daha rahatladım. Bu arada sivilden bazı kimselerle tanışma imkanı oldu. Ve yine sivil olarak bir iki cuma, İskenderun' un merkez camiinde vaaz verdim.

Komutanlarla aram iyiydi. Bir de Arif Başçavuş vardı ki, onun çok himayesini gördüm. Beni haber merkezine almıştı. Müstakil kalabileceğim bir şekilde arabayı ayarladı.

Arabanın içi, o günün en modern telsiz cihazlarıyla donatılmıştı. Bir kişinin yatıp kalkabileceği kadar da boş yer vardı. Artık tek başıma kalabilecektim. Mamak'ta çektiğim sıkıntılar kısmen hallolacaktı. Çünkü dışardan, zeytin ekmek alıp yiyebiliyordum. Küçük bir ispirto ocağım da vardı. Onunla da bazen patates haşlıyordum. Fakat arabanın içinde bulundurulması yasak olduğundan, ocağımı saklamak zorundaydım.

İlk iki ay, normal askerler gibi muamele gördüm. Nöbet tuttum. Biz oraya onbaşı olarak gitmiştik. Normal, nöbet çavuşluğu da yapıyorduk. Fakat beceremedim. Ne tekmil vermeyi ne de millete iş gördürmeyi becerebiliyordum.

Durumumu gören subaylar bunu yadırgadılar. Bir cihetle de beni kolladılar. Arabada kalmaya başlayınca, içtimada, nöbetten muaf tutuldum. Randevulu çalışıyorduk. Bağlantımız olan yerlerle görüşüyor, ciddi bir şeyler olup olmadığını soruyor ve sonra kendi işimize bakıyorduk.

Ben boş vakitlerimi, kitap okumak ve Kur'an dinlemekle geçiriyordum. Cihazlar çok kuvvetli olduğu için, İslam âleminin çeşitli yerlerinde okunan Kur'anı Kerim'leri çekebiliyordu. Yanında bir araba daha vardı. Onda da Mehmed Yıldırım adında çok mazbut bir arkadaş kalıyordu.

Sarılık

Gıdasızlık beni yazın çok hırpalamış. Halsizlik baş gösterdi.

Ayakta duracak dermanım kalmadı. 'Gözlerinde sarılık var' dediler. Doktora gittim. 'Bir şey yok' deyip geri gönderdi. Birkaç gün sonra bütün vücudum sapsarı oldu, tekrar doktora gittim. Bu sefer de 'Aman çok tehlikeli' dedi ve beni hastahaneye yatırdı. Ne kadar yattım, bilmiyorum. Fakat uzun bir müddet zannediyorum, hastahanede kaldım. Daha sonra üç ay hava değişimi verdiler.

Askere giderken Erzurum'a uğrayamamıştım. Aradan dört sene geçmişti. Hasta ve alil bir halde Erzurum'a gitmek üzere trene bindim. Arif Başçavuş bana bir çanta almıştı. Eşyalarımı ona yerleştirdim. O çantayı daha hâlâ, değerli bir hatıra olarak saklarım...

Bir ara trende koridora uzanmak zorunda kaldım. Zaten tren tıklım tıklım doluydu. İskenderun sıcak, Erzurum tarafları da çok soğuk olduğundan, ben farkına varmadan, üşütmüşüm. Uzun bir müddet de, adale ağrısı çektim. Üzerinde İskenderun'a göre diktirdiğim sivil elbiselerim vardı. Fakat Erzurum'un soğuğuna karşı faydalı olacak durumları yoktu.

Bizim ev çıkmaz sokaktadır. Ben sokağa girince etraftan asker geliyor diye bağıranlar oldu. Kapıyı, çaldım. Annem beni tanıyamamıştı. Neden sonra ki, 'Sen Fethullah mısın?' diye sordu ve boynuma sarıldı. O gün annem çok ağladı. Ben tam fizyonomik olarak değişeceğim sıralarda Erzurum'dan ayılmıştım. Onun için annem beni birden tanıyamadı. Bir de hiç beklemediği bir zamanda, ansızın gelmiştim.. Kardeşlerimde de değişiklik olmuştu. Baktım, Mesih çok tuhaf olmuş.. Üç ay bitince şubeye gittim. Bir ay kadar da onlar idare ettiler. Dört ay kadar Erzurum'da kalmış oldum.

Ramazan ayı da bu devreye denk geldi. Çeşitli camilerde vaaz veriyordum. Bir gün İslam'ın Doğuşu veya buna yakın bir isimle bir film oynatılacağını duydum. Millet, bir hafta evvelinden biletleri almıştı. Eşya misliyle temsil edilir. Dine saygısız biri sahabeyi temsil edemez. Her haliyle dinden uzak bir kadın Hz. Aişe gibi insanlığın medarı iftiharı bir kadını canlandıramaz. Bu hususu bir iki defa Cedid Camiinde dile getirdim. İkindileri orada vaaz veriyordum.

Erzurum'da zaten iki tane sinema vardı. İnsanların bütün eğlence yerleri de bu iki sinemadan ibaretti. Çoğu da bu filmi, sevap olsun diye seyredecek.

O gün çok hislendim. Duygulu konuştum ve konuşurken kendimi tutamadım ağladım. Yine ikindi vaktiydi. Cemaata 'Yazıklar olsun size! Sizin dininizle, peygamberinizle alay edecekler, siz de kuzu kuzu oturup burada beni dinleyeceksiniz. Onlar ecdadımızın aziz ruhlarıyla eğlenecekler, siz de Müslüman geçineceksiniz' gibi sözler söyledim. Cemaat birden ayağa kalktı. Ben 'Yok, yok, bizim sokağa dökülmekle işimiz yok. Bu meseleyi başka yoldan halletmek lazım' falan dediysem de dinletemedim. Yolda iltihaklar da olmuş. Büyük bir kalabalık sinemayı basmış. Hadise tamamen bütün Erzurumlularca benimsenmişti. Daha sonra bana anlattıklarına göre, Kanlı Fuat bile meseleye sahip çıkmış..

Hapishaneden Çıkış

Akşama doğru yeniden beyaz köşke döndük. Her defasında tanıklar, karşımıza çıkar geçmiş olsun derlerdi. Yüzlerimizin beşaşetinden kendimizi ele vermiş olacağız ki, farklı döndüğümüz misafırhanede bugün herkes bizi farklı karşılıyordu. Kimbilir hücreye kadar kaç kişi 'geçmiş olsun!' dedi ve tebrik etti. Ama belki de biz bunların çoğunu duymadık bile...

Eşyalarımızın bir kısmını cezaevine bıraktık. Herhalde Kadir Kaymaz'a da bir şeyler vermeyi ihmal etmedik. Dışarıya çıktığımızda bizi almak için gelen Sadık Bey'i gördük. Taksiye bininceye kadar bir şey hissetmemiştim ama binince gidecek bir yerim olmadığını düşündüm ve 'ne yapsam ki?' diye azıcık burkuldum. Zira ben içerdeyken ev sahibi evimi boşalttırmıştı, eşyalanmın da nerede olduğunu bilemiyordum. O güne kadar Mustafa Birlik Bey'in evi bana hep açık olmuştu ama bunca hasret ve hicrandan sonra onu çocuklarıyla başbaşa bırakmak daha uygun olacaktı...

Peki, sizi karşılayan kimse olmadı mı?

Kimsenin aklına gelmemiş olabilir. İlgisizlik de olabilir.

Arkadaşlarınız mahkemelere gelmiyorlar mıydı?

Mahkemelere geliyorlardı. Bazıları sağdan-soldan Bekir Bey ve diğer arkadaşlar için geliyorlardı.

Talebeniz durumunda olan arkadaşlar da mı gelmiyordu?

Talebe arkadaşlar gelmiyorlardı. Veya çok az geliyorlardı. Belki de benimle görüşmeyi ilk planda tedbirsizlik saydılar. Gelmeme biraz endişeden, biraz korkudan. Bir de bu mevzuda saygı nedir onu bilememeden.. Belki bazılarının içinde ukde de olabilir. Bunun artık işi bitik. Bundan sonra artık ne olur gibi düşüncelere de kapılanlar olmuştur. Mesele şöyle hülasa edilebilir: Arkadaşlarıınızdan bazıları eskiden bu yana bazılarının tesirindeydiler. Onlarda Ağabey düşüncesi hâkimdi. Onlar ne diyorsa o doğrudur, diyorlardı. Biraz İzmir'deki durumu da bizim vebalimizin, günahımızın neticesi olarak görüyorlardı. 'Orada Allah onları tokatladı' kabilinden şeyleri böyle anlatıyorlardı. Bazılarının ise bizimle görüşmeleri, konuşmaları çok derin bir insani hisle yapılan görüşmeler kabilindendi. Yoksa dava adına, dava düşüncesi adına değildi..

Daha sonra ne yaptınız?

Derken küçük bir istirahatten sonra, 6 sene evvel elimde minik çantalarım bir garip burukluk içinde gelip misafiri olduğumuz İzmir'den, yine elimde valizim bir tuhaf hislerle, 'ana gibi yâr olmaz' deyip Erzurum'a doğru yola koyuldum.

Rahmetli pederim iki-üç ay İzmir'de kalmış, mahkemeleri takip etmiş ve bitmeyen bu yalancı hikaye karşısında canı sıkılmış ve Erzurum'a dönmüştü. Artık onu ve diğer aile fertlerini sevindirme zamanı gelmişti.

 

 
  Bugün 40238 ziyaretçi (73362 klik) kişi burdaydı!  
 



More Cool Stuff At POQbum.com

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol